.

.

-

-
-

-

-
-

-

-
-

Ovacik

Ovacik

7 Mart 2010 Pazar

YURUDUNDA YASAKLI DÜNYADA ÖZGÜR BİR OZAN


ROPORTAJ: Nesrin Aksu (GÜNLÜK Gazetesi)

YURUDUNDA YASAKLI DÜNYADA ÖZGÜR BİR OZAN

Freemuse (Dünya Özgür Müzik Formu) nedir ve Freemuse'un faaliyetleri arasında neler var?

Fremuse “Dünya özgür Müzik Formu”, şimdi başkanı olan Ole Raitov’un girişimi sonucunda 1998 yılında Danimarka'nın başkenti Kopenhag’da toplanan “I. Dünya Müzik ve Sansür Konferansı’nda” alınan kararlar doğrultusunda kuruldu. Bu Konferansa, dünyanın farklı bölge ve ülkelerinden gelen araştırmacılar, müzik kayıt sektöründe çalışan uzmanlar ve insan hakları savunucuları müzik üzerindeki ihlalleri sorgulayarak, müzik alanında giderek yaygınlaşan sansür ve yasaklara karşı, yeni bir örgütlenmenin yaratılmasına dikkat çektiler. BM İnsan Hakları Belgesi'nde tanımlanan ilkeler, müzisyenler ve besteciler için kurulan bu örgütlenmede de yol gösterici olarak kabul edildi. Freemuse, edebiyat alanında PEN’nin gördüğü işlevi müzik alanına taşıyan bir örgütsel yapıdır. Yani Müziğin PEN’i olarak değerlendirirsek yanılmamış oluruz.

Kısaca faaliyetlerini ana başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz.

Müzikte yaşanan İhlalleri belgelemek, bu ihlallerin müzik hayatı üzerindeki etkilerini tartışmak ve oradan çözümlere ulaşmak. Yapılan bu çalışmaların sonucunda ortaya çıkan bilgi ve belgeleri uluslararası medyaya taşımak ve hem medyayı, hem de medya üzerinde insan hakları örgütlerini, Hükümetleri ve kamuoyunu bilgilendirmek. Dünyanın neresinde olursa olsun baskı ve tehditlerin hedefi haline gelmiş sanatçılara duydukları desteği sunmak ve bu sanatçıların mahkemelerini izlemek. Sanatçıların tehdit ediliyor olmalarına karşı uluslararası destek ve izleme ağı oluşturmak. Kısaca bunlar Freemuse’nin faaliyetlerinin ana başlıklarıdır. Ancak Freemuse, bütün bu çalışmaların yanı sıra önemli birlikteliklerin ve dayanışmanın da köprüsü haline geldi. Her yıl dünyanın farklı ülkelerinde yaptığı konferans ve konserlerle tehdit, sansür ve yasakların mağduru olan sanatçıları bir araya getiriyor ve bu birliktelik ortaya farklı bir dayanışma ve birlikte mücadelenin de yolunu açıyor.

Freemuse (Dünya Özgür Müzik Formu) ile ilişkiniz nasıl başladı bize anlatabilirimsiniz?

Freemuse ile benim ilişkim 2003 yılında başladı. 2003 yılında Doğubayazıt festivali kapsamında verdiğim konserde yaptığım bir konuşma gerekçe gösterilerek Bodrum Milas ilçesinde gözaltına alınmıştım ve bir gün sonra da kendimi Muğla cezaevinde bulmuştum. Bu keyfi uygulamanın ortadan kaldırılmasına yönelik öncelikle Türkiye’de avukatlarım ve giderek insan hakları derneği öncülüğünde duyarlı kurum ve kişiler önemli çalışmalar yürüttüler. Bu çalışmaların diğer bir ayağı da Avrupa basını ve kamuoyuydu. Bazı Avrupa gazetelerinde bu sorunun gündeme gelmesi Freemuse’nin de dikkatini çekmiş ve cezaevinden çıktıktan sonra karşılıklı yazışmalarımız oldu. Türkiye’de hem kendimle hem de diğer alanlarda yaşanan gelişmelere ilişkin sürekli olarak Freemuse’yi bilgilendiriyordum. Bu konuda hiç şüphesiz sevgili Senar Yurdatapan’ın da büyük katkıları oldu. Hatta bir dönem birlikte bu doğrultuda önemli çalışmalar yaptık. Daha sonra Freemuse başkanı Ole Raitov ve beraberinde bir heyetle Türkiye’ye geldiler ve beni bir haftalık bir program için Danimarka’ya davet ettiler. Bir yıl sonra Danimarka’da gittiğimde çok iyi karşılandım ve Parlamentoda düzenlenen bir konferansta Danimarka parlamento tarihinde ilki sayılabilecek bir gelişme oldu. Parlamento da biri Kürtçe olmak üzere iki şarkı söylemiştim ve bu olay ilgiyle karşılanmıştı.

Freemuse ile sonrasında çalışmalarımız devam etti ve 2008 ile 2009 yıllarında ilkin Norveç ve sonrasında İsveç’te gerçekleşen 3 Mart dünya özgür Müzik günü etkinliklerine çağrıldım ve bu konserler Avrupa medyasında çok geniş yer buldu. 2008 yılından beri aynı zamanda Freemuse’nin Türkiye elçisi olarak tayin edildim ve bu onurlu görev ve sorumluluğun gereğini yapmaya çalışıyorum.

3 Mart dünya özgür şarkılar günü dünyada çeşitli etkinlikle kutlanırken, burada ilginçtir pek çok sanatçı böyle bir günden ve etkinliklerden haberdar değiller, siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Bu son derece önemli bir konudur. Türkiye’de yaşayan muhalif sanatçılar ne yazık ki bu günün önemini yeteri kadar kavramış değiller ve “Freemuse” gibi bir yapının varlığından da bihaberler. Bu durumun önümüzdeki yıllarda değişeceğini umuyorum. Şahsen Freemuse ile ilgili çeşitli bilgilendirici yazılar yazdım ve özellikle de 3 Mart’ın önemine ilişkin çeşitli radyo ve televizyonların programlarına katıldım. Geçen yıllara oranla bu yıl bu konularda çok daha fazla insan bilgi sahibidir artık. Ancak ortak bir çalışmayla bu alanda çok daha önemli adımlar atılabilir. Dahası bir araya gelmek ve birlikte ortak bir mücadeleyi örgütlemek konusunda çok daha samimi ve özverili çalışmalar yapmak lazım.

Türkiye, Freemuse’nin raporlarında hak ihlalleri konusunda önemli bir yer tutuyor. Yani sansür ve yasaklar cenneti haline gelmiş ülkeler sıralamasında başı çekenlerden. Bunun gerçek olmasının sanırım yeteri kadar nedeni var. Bundan iki yıl önce Bilgi Üniversitesinde Fremuse tarafında gerçekleştirilen ve 3 gün süren konferansta bu ihlallerin hangi alanda yoğunlaştığına dair önemli bilgilere elde edildi. Kürt ve Türk sanatçılar yasaklar konusunda ki deneyimlerini en geniş anlamda dile getirdiler. Birçok sanatçının yasaklara ilişkin deneyimleri daha çok yıllar öncesinde yaşanmışlığa dairdi. Ancak özellikle Kürt sorunu ekseninde ortaya çıkan ve Kürt sanatçılarının yaşadıkları yasak ve ihlaller geçmişte olduğu gibi bu günde çok yoğun bir şekilde devam ediyor.

3 Mart “Dünya müzik özgürlüğü günü” bundan ötürü önemli ve Dünyanın birçok ülkesinin yanı sıra yasak ve sansürün odağı haline gelmiş bir ülkede olan Türkiye’de de kutlanabilmelidir. Bunun gerçekleşemiyor olmasının önemli bir eksiklik olduğunu kabul etmek lazım.

Bu eksende Türkiyeli sanatçıların bir araya gelerek ortak bir zeminde çalışmalar yapması mümkün değil mi?

Türkiye’de bu alanlarda oluşan birliktelikler daha çok gurupsal ve ideolojik bir anlam taşıyor. Benzer örgütsel ilişkiler içinde bulunanlar kendilerini ilgilendiren yasak ve ihlaller söz konusuysa bir araya geliyor ve çeşitli kampanyalar yürütmeye başlıyorlar. Benzer sorunlarla yaşayan bir sanatçı olarak bu tür kampanyalarda yer almış ve her zaman destek olmaya çalışmışımdır. Ancak bugüne değin kendimle ilgili yaşadığım sıkıntılarda bu çevre ve kişilerin en küçük bir dayanışmasını görmüş değilim. Bana yönelik destek ve dayanışma, daha çok demokratik kitle örgütleri, insan hakları örgütleri ve çeşitli siyasi partiler düzeyinde olmuştur. Bu durumun son derece düşündürücü ve bir o kadarda değerlendirilmeye muhtaç olduğunu düşünüyorum.

Bu alanda son olarak oluşturulan birlikteliklerden biri “Barış için sanat gurubu” dur. Sanatçıların Türkiye’nin toplumsal barış ve özgürlükler mücadelesinde etkin bir rol üstlenmeleri mutlaka çok önemlidir.”Demokratik açılım” sürecinde böyle bir oluşumun ortaya çıkmasını bende büyük bir heyecanla karşılamış ve destek de sundum. Ancak bu oluşumda daha aktif olarak bir rol üstlenmem ne yazık ki mümkün olamadı. Bunun sebebi hiç şüphesiz benden kaynaklanmıyor. Bu konuda ortaya çıkan çekincelerin ne anlama geldiği konusunda bir polemiğe girmek istemem. Her şeye rağmen bu oluşumda yer alan arkadaşlarımızın önemli bir çaba içinde olduklarını kabul ediyor ve dışarıdan da olsa elimde geldiğince destek vermeye çalışıyorum.


“Dünyanın Yasaklı Şarkıları” isimli albümde siz de varsınız. Bu albümün çıkış amacı nedir, kimler var ve ne zaman yayınlanacak?

Evet, İran'dan Mahza Verdat, Batı Sahra'dan Aziza Brahim, Lübnan’dan Marcel Khalife’nin yanı sıra diğer bazı ülkelerden Amal Murkus, Jah Fakoly ve Türkiye’den benimde bulunduğum “Dünyanın yasaklı şarkıları” simini taşıyan albüm fikri bir yıl önce oluştu. Bu bir yıl süresince önce albümü dünya piyasasına sürecek olan Norveç’li Müzik yapım şirketi G RAAPPA ile anlaşıldı. Bu anlaşmanın ardından yine bu şirket üzerinden Albümde yer alacak olan sanatçılar belirlenip kendileriyle gerekli sözleşmelerin imzalanması sağlandı.

3 Mart “Dünya Müzik Özgürlüğü Günü” kapsamında ele alınan bu çalışmanın mimarı Freemuse ve Amerika’da yaşayan Hint kökenli şarkıcı DEEYAH’ dır. Dünyanın farklı bölge ve ülkelerinden yasaklı olan sanatçılar arasında seçilen 14 kişi bu albümde bir araya getirildi. Albüm 3 Mart itibarıyla Avrupa başta olmak üzere Dünyanın birçok ülkesinin Müzik marketlerini yerini aldı. Bu albümle amaçlanan tek şey dünya kamuoyunu Müzik adına yaşanan yasak ve ihlaller konusunda duyarlı kılmaktır. Albümün sloganı da zaten “yasaklı dinle” şeklinde formüle edildi. Yine bu albümle birlikte sanatçıların hayat hikâyelerinin yer aldığı birde kitapçık veriliyor. Albümle birlikte verilecek olan bu kitapçıkta bu sanatçıların yaşam öykülerinin acı ama bir o kadar da dikkat çekici olduğuna vurgu yapılmış. Türkiyeli muhalif bir sanatçı olarak bu albümde bana yer verilmiş olmasının benim için bir gurur vesilesi olduğunu belirtmeliyim. Albüme, diğer sanatçılar gibi bende kendi anadilim olan “Zazaca” bir şarkımla katkıda bulundum.

Freemuse’nin bu yılki ödülüne siz ve Marcel Khalef layık görüldünüz. Ödül töreni ne zaman ve bu ödülü hangi sanatçılar neden hak ediyor?

Freemuse her yıl bir veya iki sanatçıyı yılın Özgür Müzik ödülüne layık görüyor. Bu ödül, muhalif kişiliğiyle bilinen ve hayatı sansür ve yasaklarla mücadele içinde geçen sanatçılara veriliyor. Ödüle layık görülen sanatçılarla ilgili olarak uluslar arası insan hakları kurumlarının da fikrine başvuruluyor. Geçen yıl yılın ödülüne layık görülen sanatçı Amerikalı Pete SEEGER idi. Bu ödül töreni İsveç’in başkenti Stockholm’de gerçekleşti. Ödülü ileri yaşından ötürü törene katılamayan Pete SEEGR yerine yine müzisyen olan torunu Tao Rodriguez- Seeger almıştı. Bu ödül töreninde Türkiye’den ben, İran’dan Mahza Verdat ve Zimbabay’dan Chovonoise ile birlikte birer konser verdik.

Bu yılın ödülüne benim layık görülmüş olduğumu duyduğumda ne söyleyeceğimi bilemedim. Çünkü 3o yıla yakın bir zamandır sürdürdüğüm zorlu sanat hayatımın hiçbir evresinde hiç bir ödülle tanışmadım. Ahmet Kaya’nın yaşadığı ödüllü linç gecesinden sonra da kendimi bir bütün olarak televizyon ve magazin âleminden uzaklaştırdım.30 yıla varan sanat hayatımda payıma ödül yerine hep yasaklar, hep gözaltlıları, tutuklamalar ve ölüm tehditleri düştü. Doğrusu bundan yana da şikâyetçi değilim. Halkın davasına kendini adamış bir sanatçının zaten başka türlü bir hayat sürmesi de mümkün değildir. Dolayısyla Freemuse’nin beni uluslar arası alanda yılın özgür müzik ödülüne layık görmesini son derece anlamlı buluyorum. Yine benimle birlikte Freemuse’nin bu ödülünü paylaşacak olan Lübnan kökenli Marcel Khalifa var. Oda orta doğuda Siyonizm’e karşı direnen başta Filistin halkı olmak üzere barışa ve özgürlüğe susamış yoksul Arap halkının sesi oldu hep. Bu topraklarda yaşayan insanların çığlığını müziğiyle bütün dünyaya taşıyabilen ender isimlerden biri. Dolayısıyla kendisiyle birlikte böyle bir ödülü paylaşıyor olmak son derece gurur verici.

Türkiye koşullarında yaşayan bir sanatçı olarak, yaşadığınız baskılardan da söz edermisiniz? Muhalif bir sanatçı olmanın sancılarını yaşayan biri olarak neler yaşadınız ve sizi en çok acıtan nedir?

Dediğim gibi bu ülkede en yazık ki hep yasaklarla geçti hayatım. Önceleri Sol- Komünist örgütlerle ilişkilendirilmeye çalışıldım ve bu yüzden sürekli olarak gözaltına alınıp sorgulanıyordum.1987 yılında gözaltına alındığım Ankara Dal’da işkenceyle tanıştım. Yıllarca işkence görmüş devrimciler için şarkılar söyleyen biriyken bu sefer kendimi işkenceci cellâtların arsında bulmuştum.

Daha sonraki süreçlerde verdiğim konserler ardı ardına yasaklanıyor ve albümlerimin dağıtımına valiliklerce el konuluyordu. Bu yasak ve saldırıların ardı arakası gelmedi ne yazık ki. Önceleri komünistlikle suçlanıyordum ve Komünist olmak Türkiye’de suç olmaktan çıktıktan sonra bu sefer bölücülükle suçlanmaya başlandım. Kürt olmam kendi halkımın özgürlük ve barış taleplerini dillendirmem bölücü olarak damgalanmam için yeterli bir neden olarak görüldü. Bu anlamda yaşadığım baskıların son 8 yıllık AKP iktidarı döneminde çok daha artarak devam ettiğini söyleyebilirim. Hiçbir iktidar döneminde bu kadar çok hakkımda dava açılmamış ve böylesine dışlayıcı ve faşizan bir tutumla karşılaşmamıştım. Bu iktidar döneminde yaptığım her konuşma dava konusu yapıldı ve yazdıklarımdan ötürü defalarca mahkeme koridorlarını aşındırmak zorunda kaldım. Hiç bir zaman hayatımın şimdi olduğu kadar tehlikede olduğunu hissetmedim. Bu iktidarın polisi tarafından sokak ortasında darp edilerek gözaltına alınıyorsun ve bunun hesabını mahkemelerde soramıyorsun ne yazık ki. Gözaltında gördüğüm muamele ve aşağılanma ancak bir katile yapılabilecek nitelikte. Son günlerde uyuşturucu kullanmaktan dolayı gözaltına alınan Şarkıcı Tarkan’a nasıl bir muamele gösterdiklerine tanık olduk. Özel odalarda tutuldu ve mahkemeye çıkartılırken de Kelepçe takılmadı. Beni tekme tokat dövmedikleri kaldı gözaltına alındığımda. Hastaneye ve mahkemeye çıkartılırken kollarım arkadan sıkıca kelepçelenerek götürüldüm. Serbest kaldıktan sonra günlerce kelepçenin kollarımda bıraktığı derin izlerin kaybolmasını bekledim.

Beni en çok inciten nedir diye sorarsanız evet, sanırım gördüğüm bu muamele ve saldırılar karşısında yalnız olduğumu düşünmem oldu. Kollarımda derin izler bırakan kelepçenin acısından daha çok dost olarak bildiğim birçok sanatçının benden geçmiş olsunu esirgemeleri oldu.


Demokratik açılım hakkında sizin muhalif bir sanatçı olarak düşünceleriniz nedir?

“Demokratik açılım süreci”nin başlamasını her kes gibi bende sevinçle karşılamıştım. Bu sürecin doğru bir şekilde işlemesi durumunda ülkemizin barışa kavuşacağına her kes kadar bende inandım. Çünkü bu ülkede sırf barış istediğim ve halklarımızın barış içinde özgürce yaşamalarını istediğim için mağdur edilen ve giderek ırkçı, faşist çevrelerin gözünde hedef haline getirilen biriyim. Bu sürece olan inancımı gittiğim her platformda dile getirdim ve bu yüzden bazı çevrelerce AKP’ye yakın durmakla bile suçlandım. Özellikle Dersim kırımına ilişkin Onur Öymen’nin çıkışıyla ilgili Başbakanın tavrını alkışlamıştım. Geliştirdiği tavır ve söylemleri her kes kadar beni de umutlandırdı. Ancak Başbakan sadece söylemleriyle yetindi ve aradan geçen bunca zamana rağmen bu konuda en küçük olumlu bir adım atılmadı.”Dersim belgeleri elimdedir” diyen aynı başbakan açıklamak yerine bu belgeleri rakibi olan Deniz Baykal’a sadece karşı propaganda aracı olarak kullanmaktadır.

Gelinen noktada “Demokratik açılım süreci”ne olan inancımın kalmadığını ifade etmeliyim. Ben artık bu hükümetin 30 yıldır süren bu savaşı bitirmek gibi bir derdinin olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu hükümet Kürt açılımının Kürt siyasal iradesiyle geliştirilecek diyalog la hayat bulacağını anlamaktan uzak bir hükümettir. Önec DTP’ yi kapattırdı ve sonrasında seçilmiş belediye başkanları da dâhil bin beş yüze yakın yönetici ve Parti çalışanını kelepçeleyip tutuklattı. Taş atan Kürt çocuklarını dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş 15 yıla varan cezalarla hapiste tutuyor. Bütün bu gelişmelerin barışçıl ve demokratik olduğunu söylemek mümkün olabilir mi? Hangi barış, kiminle barışacaklar merak ediyorum. AKP hükümeti Kürt sorununu çözmek adına kendi kendisiyle mi oturup konuşacak yani nasıl bir politika bu ben anlamaktan zorlanıyorum doğrusu.

Gerek Alevi açılımında olsun gerek Kürt açılımında AKP’nin izlediği politikanın inandırıcılığı yok artık. AKP Hükümeti, bu açılım sürecini ağacın gövdesine sarılmaktansa kırılgan dallarına tutunarak götürmeye çalışıyor. Alevi açılımını Arif Sağ açılımına dönüştüren AKP, Kürt açılımını da Şiwan Perwer açılımına dönüştürmenin telaşında. Bu nedenle bu gün bu açılımı Şiwan Perwer’in ismi üzerinde yürütmeye çalışıyor. Hatta Şıwan Perwer’i Türkiye’ye getirmek için yoğun bir çaba içinde olduklarını biliyorum. Şıwan eğer AKP istedi diye bu ülkeye gelirse Kürt halkının değil AKP’nin Şıwanı olur bunu da söylemiş olayım.

Siz barışa inanıyor musunuz?

Barış halklarımızın ortak düşüdür. Bu düşün gerçeğe dönüşmesinde her kesin mutlaka elini taşın altına koyması gerekir diye düşünüyorum. Hükümetin bu konuda inandırıcı olmamsı bizim de inancımızın kalmadığı anlamına gelmez. Ben şahsen bu sürecin bizler tarafında çok daha güçlü bir iradeyle sahiplenilmesi gerektiğine inanıyorum. Barışa olan inancımızı yitirmiş olmayı ülkemize ve ülkemizin insanlarına yapılacak en büyük kötülük olarak görürüm. Dolayısıyla barışa olan inancımı hiçbir zaman yitirmedim. Onurlu bir barışın bu topraklarda hayat bulması için hep mücadele ettim. Barışı savunmak ve hayatın bütün alanlarında barışı dillendirmeyi sanatçı duruşumun vazgeçilmezi olarak görüyorum.

Başbakan Erdoğan ile ünlü kahvaltı hakkında ne düşünüyorsunuz? Hakan Peker’in konuşmaları epeyce gündeme geldi… Tüm bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, öncelikle bu kahvaltıya çağrılmadığım için eleştiriyor değilim.4. Alevi çalıştayına davet edilen ilk sanatçılardan biriyim. Katılıp AKP ile uyumlu söylemlerde bulunsaydım eminim Arif Sağ’ı değil beni bu sürecin aktörü haline getireceklerdi. Ancak ben bu çalıştayın 20 milyon Alevinin sorunlarına çözüm sağlamaktan uzak olduğunu düşünerek katılmadım. Bu gün çok daha iyi görüyorum ki Hükümet bu konularda toplumda ismi, cismi olan aktörler peşinde. Bu isimli ve cisimli aktörler üzerinde sözde açılımlarına meşruluk kazandırmaya çalışıyor. Ben AKP politikalarının aktörü olmak yerine halkımın sözcüsü olmayı ve halkımın değerlerini doğru bir şekilde temsil etmeyi önemsiyorum. Dolayısyla Kürt açılımıyla ilgili Başbakanın sanatçılarla kahvaltı etmesini bu bağlamda değerlendiriyorum.

Başbakan eğer toplumda bu ülkenin sanatçılarını da kapsayan geniş bir mutabakat oluşturmak istiyorsa bunu doğru bir şekilde yapmalı. Sanatçılar arasında ayırım yapmadan ve dahası barışmak istediği Kürt halkının sanatçılarını dikkate alarak bunu yapmalı. Ama dikkatinizi çekmiştir belki, Kürt sanat kurumu olan MKM’den tek bir sanatçı bile davet edilmedi. Dahası bu toplantı öncesinde MKM bünyesinde çalışmalarını yürüten iki sanatçı arkadaşımız İbrahim Rojhilat ve Rojda çok keyfi bir şekilde gözaltına alınıp bırakıldılar.

Bu kahvaltıda baş tacı edilenlerin Kürt ve Alevi açılımıyla ne kadar ilgili ve alakalı olduklarını hepimiz biliyoruz. Yaşanan bunca acıya rağmen saplandıkları magazin batağından başlarını kaldırıp tek kelime edemeyenlerin “Sanatçı” diye başbakan tarafından ağırlanmaları tam bir utanç vesilesi. Diyarbakırlılara “dağlılar” diyerek hakaret eden magazin budalası Demet Akalını sanatçı diye bu kahvaltıya çağırmak bile Kürtlere hakarettir. Ben bu kahvaltıya katılan bazı arkadaşlarımızın bunu bile dikkate alarak protesto etmelerini beklerdim. Ama ne yazık ki onlar Davet edilmiş olmanın rehavetiyle en küçük bir tepki vermeyi bile akıllarından geçirmediler.

Bu hükümetin samimi olmasını istemek ve bunu beklemek bizim hakkımız. Bu kahvaltıya katılan Arif Sağ’da dâhil sanatçıların bu gerçekleri dile getirmelerini beklerdim. Bana kalırsa hiç kimsenin yapamadığını şarkıcı Hakan Peker yaptı. “Belediye başkanlarını tutukluyorsunuz sonradan demokratik açılımdan nasıl söz edersiniz” şeklinde ortaya çıkan tavır alkışlanmaya değerdir.